Fitne Değil, Belgeyi Tarihin Gözüne Sokmak!..

04:21:23 | 2024-07-24
Şükrü ALNIAÇIK
Şükrü ALNIAÇIK       [email protected]

Fitne Değil, Belgeyi Tarih’in Gözüne sokmak!.. 

 

Hey gidi Annan’lı günler.. (Bugünümüze çok şükür.)

 

Arşivden

 

AB ÇIRAKLARININ KIBRIS GÜNAHI - DENKTAŞ’IN KAHIR GÜNLERİ

 

      Annan planı çerçevesinde Rauf Denktaş’a yapılan hançerli saldırı, bana hep küçükken misafirlikte gördüğüm bir duvar halısını hatırlatır.

 

      Halı, bir av sahnesinden esinlenerek dokunmuştu. On tane av köpeği iri ve heybetli bir geyiğin etrafını sarmış, kimi paçasından kimi boynundan kimisi de arka ayaklarından parçalar kopararak geyiğe saldırıyorlardı. Yaralı geyik, gözlerinden okunan çaresizlik ve ölüm korkusuna rağmen hayatta kalmak için olanca gücüyle direniyor, son bir umutla hayatta kalmaya çalışıyordu. 

 

Hikayenin sonunu bu tablodan okumak mümkün değildi; ancak geyiğin iri gözlerinde bu kadar çok köpeği büyük bir ustalıkla besleyen avcının bu avdan eli boş dönmeyeceğine dair güçlü belirtiler vardı.

 

      Ben Denktaş’ın Annan Planı karşısındaki direnişini düşünürken hep bu tabloyu hatırlarım. Koca Denktaş’ın, bu ana vatanı kıskandıran heybetli Mücahidin, bir ergenlik sivilcesini hatırlatan“yes be annem!” sloganı karşısındaki direnişi, yaralı geyiğin eğitimli av köpekleri karşısındaki çaresizliğine benzemişti. 

 

Allah’tan son anda avcı avından vazgeçmiş, köpeklerini geri çekmiş ve yaralı geyik, kendi mücadele ormanının derinliklerine doğru uzaklaşarak gözden kaybolmuştu

 

      Denktaş’a Yönelik Haçlı Saldırıları ve Yerli İşbirlikçileri

 

      23 Kasım 2001’de yani 57. Hükümet döneminde AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Verheugen, “Türkiye’nin Kıbrıs için artık daha fazla bedel ödemeyeceğini, Türkiye’nin bilinçli bir ülke olduğunu, Denktaş’ın adada yalnız kalacağını” ifade etmişti. (Hürriyet, 24 Kasım 2001)

 

      Ecevit’in DSP’siyle birlikte koalisyon hükümeti kundaklandıktan sonra çiçeği burnunda AKP hükümetinin başbakanı, Kıbrıs’la ilgili ince mesajlar vermeye başladı:

 

      Erdoğan, 22 Kasım 2002’de yaptığı açıklamada “Kıbrıs, AB ve AGSP

meselelerinin üçünün bir paket halinde ele alınabileceğini, siyasetin bir netice alma sanatı olduğunu, aksi takdirde orta sahada top çevrilmekle yetinileceğini” söyledi. (Cumhuriyet, 26 Kasım 2002)

 

      Erdoğan’ın beyanları Verheugen’in sözleriyle paralellik arz ediyordu.

 

      E-posta skandalının ünlü büyükelçisi Karen Fogg’un “Kıbrıslı Türkler sokaklara dökülerek Denktaş’tan ve Türkiye’den kurtulmalıdır.” (Hürriyet 8 Mayıs 2002) sözleri de yeni bir Haçlı Seferinin hücum narası gibiydi. 

 

      Nitekim Kıbrıslı Türkler, bir kaç yıl sonra Erdoğan’ın da desteğiyle ilginç bir şekilde sokaklara döküldüler ve Denktaş’tan “kurtuldular!”

 

      Zaman ilerledikçe Erdoğan’ın üslûbu sertleşti ve “eğer bir siyasî, müzakereden kaçıyorsa veya çekiniyorsa bu siyasînin hiçbir tezi yok demektir. Kendine güveniyorsan, oturur kendi tezini öne sürersin, hamlelerle bunu başarırsın!” demekten çekinmedi. (Milliyet 27 Kasım 2002)

 

      Diplomaside bu tür sözlerin karşılığı yoktu. Başbakan sadece AB’nin kapısındaki “barışçıl doğulu” rolünün repliklerini okuyordu. Aklımıza Haçlı Seferleri’nin başladığı dönemde Selçuklulara yönelen Batıni terörü ve Mısır’daki Fatımilerin Haçlıları cesaretlendirmesi gelmişti. Kılıçarslan’ın kalesi, artık her taraftan kuşatma altındaydı.

 

      Denktaş’ı Kıbrıs davasını kişiselleştirmekle suçlayan Erdoğan; “40 yıl Kıbrıs sorunu çözülemiyorsa bence çözmeyenler sorumludur. Yarın yaşayanlar giderse kim hesap verecek?” diyerek adada yapılan gösterileri kendince anlamlandırmaya çalışıyordu. (Milliyet; 26 Aralık 2002)

 

      Gösterilerin haçlılara kaça mal olduğunu Mehmet Ali Talat’ın aşağıdaki itiraflarında görmek mümkündü. Herhalde teslimiyetçiler Denktaş’a, hayalde av köpekleri, tablodaki geyiğe insafsızca saldırmaya devam ettiler.

 

      Diplomasi ilminden ve milli umurdan uzak olan bu tavırlar, nihayet düşmanda bir memnuniyet yarattı ve Rum Hükümet Sözcüsü Mihalis Papapetru, 3 Ocak 2003 tarihinde verdiği beyanatta şunları söyledi:

 

      “Tayyip Erdoğan, Denktaş’a kuşku ile baktığı gibi, Denktaş’ın politikasına karşı olan Kıbrıs Türk partileriyle aynı çizgide yer almaktadır. Bize düşen görev bu durumu çok ciddî bir şekilde değerlendirmektir.”

 

      Aynı gün yayınlanan yüksek tirajlı Rum gazetesi Fieleftheros da, Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarını okuyucularına:

 

     “Tayyip Erdoğan’dan işgalci lidere sert saldırı. Denktaş’a yönelik fırçalama Lefkoşa’yı (Rum Hükümetini) memnun etti!” başlığıyla duyurmuştu.

 

      1974’ten bu yana Kıbrıs şehitlerinin ruhuna bu kadar azap veren bir sözü, kulaklar duymamıştı.

 

      Mücahit Var; “Mücahit” Var!..

 

      İslami bir savaş terimi olan Mücahid, şartlar oluştuğunda yapılan kutsal savaşın savaşçısına verilen bir isimdir. Türk kamuoyu, “mücahit” ünvanını önce Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı (direniş örgütü) savaşçılarına verilen tarihi bir isim, sonra MSP lideri Erbakan hocanın mitinglerinde politik bir slogan, sonra da Rus işgali karşısındaki Afgan direnişçilerinin nasibi olarak gördü ve tanıdı.

 

      Yüksek dini motivasyonlarla yapılan bir mücadelede “mücahit” kelimesinin kullanılması, bir ölçüde normaldi de “Laik Türkiye”nin kendi eliyle kurduğu gizli bir teşkilatın üyelerine böylesine kararlı bir İslami terimle hitap etmesi ilginç olmalıydı. Üstelik bu örgütün armasında bir yerlerden tanıdık gelen “Bozkurt” motifi de vardı. Savaş, barış gürültü ve patırtı arasında laik bir devletin cihad ve mücahede ile olan ilgisini sorgulamaya sıra gelmemiş olmalı ki Mücahit kelimesi, “Laikar” 27 Mayısçılardan bile sansür yemeden yakın zamana kadar şerefle taşınan bir ünvan olarak hafızalarda kaldı.

 

      “Yakın zamanlara kadar” diyorum; çünkü son 10 yılda pek çok değerle birlikte bu kavramlar da gözden düşürüldü. Sağcı solcu, İslamcı liberal gibi temel kavramlar dejenere oldu. “Mücahit” ile “müteahhit” kavramları hâlen iç içe geçti ve at izi, it izine karıştı. “Kıbrıs davası, AB sürecini baltalıyor; verelim kurtulalım” diyen “çakma mücahit”lerde, liberal çıraklarda “Kıbrıs’ın hepsini alalım” diyen Mücahit Erbakan hocanın izlerini görmek de artık mümkün değildi.

 

      Bir de Av Köpekleri Var

 

      Geyikli tablodaki hırçın av köpeklerinin nasıl beslendiklerini bilmiyoruz. Ancak Denktaş’a saldıran eski Sosyalist Talat’ın ve arkadaşlarının nereden ve nasıl beslendiklerine dair açık bulgulara sahibiz. 

 

Talat, Annan planı ve cumhurbaşkanlığı mücadelesinde bir “Kıbrıslı Sosyalist Devrimci” hassasiyetiyle yani asla Türk olmamak adına yapmış olduğu işlerden bazılarını kendisi açıklıyor. 

 

      “Eylemlerimizde AB fonlarını kullandık. Fullbright, British Council ve AB fonlarını kullanarak, çeşitli etkinlikler, seminerler ve konferanslar düzenledik. Genç kadınlar motive edildi. ABD’de Fullbright fonları ile 20 Türk, 20 Rum kadını eğittik. Bu kadınlar, dönüşte Annan Planı’nı desteklemek için yapılan eylemlerde önemli roller oynadılar." (29 Mayıs 2003- Yeni Düzen Gazetesi)

 

      "Otorite kimse... Senin görevin otoriteyi değiştirmektir. Demokratik yolla, silahlı mücadeleyle, gerilla faaliyetiyle, kavga çıkararak veya seçimle..." (24 Şubat 2003- Yeni Düzen Gazetesi)

 

      "Planımızın ikinci aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Referandumla rejimi ve devleti yıkacağız, meşruiyetini yok edeceğiz. Referandum sonucuna dayanarak anlaşmaya da biz imza koyacağız. Denktaş bizi temsil etmez, Denktaş’la da hesaplaşacağız." (10 Mart 2003- Volkan Gazetesi)

 

      Bunlar da partisinde çalışan bazı “patriyot cypriot”lar:

 

      "Lütfen dünyaya KKTC′nin açık bir hapishane olduğunu söyleyin. Bir büyük askeri bölge ve tüm kapıları da kilitli..." (CTP Milletvekili adayı Ahmet Barçın- 25 Eylül 2001 Guardian Gazetesi) 

 

      "Bizi Amerikalılar örgütledi, 30 eğitimci olarak eğitti. Biz de 3.000 kişiyi etkiledik, 10 bin kişiyi harekete geçirdik, 100 bin kişiyi etkiledik." (CTP Üyesi ve Yenidüzen Gazetesi Yazarı Sevgül Uludağ- 15 Temmuz 2002 Yeni Düzen Gazetesi)

 

      İşte merhum Denktaş’ı paçalarından yakalayan ve AKP hükümeti tarafından da Türk kamuoyunu yumuşatmak için kullanılan ucuz mamalı “av köpekleri” bunlardı.

 

      Cypriot mu Türk mü!..

 

      Kıbrıslı Türklerin bizden farklı bir tarafı varsa o da yaklaşık 100 yıl boyunca (1878-1974) sömürge tebası ve Rumların içinde azınlık olarak yaşamış olmalarıdır. Ana vatanın da çözülme sürecine girdiği bu yüzyılın içinden bugüne gerçek bir Türk olarak çıkabilmek ancak Türk milletinin asil ailelerine özgü bir meziyettir. Kıbrıs gibi iri bir ilçe nüfusuna sahip Türk beldesinden Alparslan Türkeş ve Rauf Denktaş gibi iki büyük devlet adamının çıkmış olması da bu asil meydan okumanın bir tezahürüdür.

 

      Utanmadan “bizi Amerikalılar eğitti” diyebilmenin açıklaması şudur: “Dün bizi İngilizler eğitiyordu, bugün de Amerikalılar… ne var ki yani?” Bu söylem, yörük tedirginliğine sahip, kozmopati hastası bir sömürge insanının Türklük gurur ve şuuru ile arasındaki mesafenin nasıl açılabileceğine çok açık bir örnektir. Bir tarafta Denktaş ve arkadaşları yani umur görmüş asil ve hür Türkler. Diğer tarafta Talat’a bağlanmış, damarsız sömürge insanları...

 

      1950’lerden günümüze kadar “Türk gibi” hareket eden Denktaş ve arkadaşları, “1878’den önce devlet umuru görmüş asil Türk ailelerinin çocukları” olma kültürünü temsil etmektedir. Bu dönemde Hristofyas’ın takdirini kazanan Kıbrıslılar ise “avcı”ya göre, “kolay beslenebilecek ve mücahitlere tuzak kuracak köle ruhlu cahiller”dir.

 

      Türkiye’deki uyanık siyaset baronları ve kurnaz fikir burjuvaları, yaptıkları işi, yani “ABD ve AB tarafından nasıl kullanıldıklarını” cahil köleler kadar açıkça ifade etmekten kaçındıkları için Kıbrıslı yandaşları kadar açık konuşmuyorlar. Oysa “Ana”sıyla, “Yavru”suyla güzel vatanımızın 10 yıldır yaşadığı demokratikleşme avuntusu, bir Soros operasyonundan başka bir şey değildir. “Açık toplum” projesi, ABD’nin tüm dünyayı köleleştirilmesi idealidir.

 

      Konfüçyüs, MÖ. 6. Yüzyılda: “Soyluluk kandan gelmez, eğitim yoluyla kazanılır.” diyordu. Dünyanın beşte biri buna inandı. Şimdi biz de inanıyoruz ve anlıyoruz ki Mehmet Ali Talat, Cumhurbaşkanlığı makamında, müzakereler sürecinde iyi bir eğitim almış ve Denktaş’ın haklı olduğunu anlama ferasetini iktisab etmiştir.

 

      Geçtiğimiz yıl yayınlanan Wikileaks Belgelerinden Kıbrıs’a dair önemli bir not çıkmıştı. Söz, Rum lider Hristofyas’a aitti: Hrisyofyas, “Talat Türk oldu, onu yeniden kıbrıslı (cypriot) yapmayı umut ediyorum!” diyordu. 

      Anlaşılıyor ki; Talat “Cypriot” denilen karşılıksız hemşehri kültüründen uzaklaşıp, Türk olmaya doğru hızla ilerlemiş ve “Arşidük Hristofyas“ı rahatsız edecek derecede “asalet” kazanmıştı. Evet Türk olmak buydu işte, “düşmanı rahatsız edecek kadar milletine sadık ve asil kalmak…”

 

      Bizim “Hain”ler ve Zoraki Türkler!..

 

      Kıbrıs Rum kesiminin AB dönem başkanlığına aylar kala Denktaş’ın Türkiye’de tedavi gördüğü günlerde Erdoğan hükümetinden de “Türk”çe tepkiler gelmeye başlamıştı. 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rauf Denktaş'ı ziyaret etmiş; yanına Beşir Atalay, Sadullah Ergin ve Recep Akdağ gibi bakanları da alarak bir vefa vurgusu yapma ihtiyacı hissetmişti. Denktaş’a vefalı olmakla Türk olmak ve “derin merkeze yerleşmek” arasındaki ilişkiyi o da kavramış olmalıydı.

 

      Denktaş, artık eski Denktaş değildi, yaralı ve hastaydı ama bu dava adamının yarı baygın hali bile saygı telkin etmeye yetiyordu. Başbakan gayet samimi ve ataktı. Kim bilir hükümet, konjonktürün hangi zorlamasıyla belki de yavaş yavaş Türkleşiyordu. Bu “anlamlı” ziyaretin “Annanlı” eziyet döneminde Talat’ı destekleyen AKP’nin Denktaş’a yaptıklarını unutturmak isteyen, bir siyasi jest olduğu çabucak anlaşılıyordu.

      Denktaş hastaydı ama Denktaş’tı işte... Dava adamı, yine Kıbrıs için istikrar istiyordu.

“Bir an evvel istikrar bekliyoruz Türkiye’mizden!..” diyordu.

 

      “Hristofyas! Burası Bağımsız Bir Cumhuriyettir!..”  

 

      Denktaş, son sözünü söyleyerek hakka yürüdüğünde -yalan ya da gerçek- kozmopolit yüreklerde bir sızı, paslı ve örümcekli beyinlerde bir vicdan azabı gözlemleme fırsatı bulduk ve bu asil milletin neden Bozkurtlara, mücahitlere, gazilere eziyet eden siyasiler yetiştirdiğini bir kez daha düşündük. Bizi onlardan ayıran, Denktaş’la Talat’ı, Türkeş’le Erdoğan’ı birbirinden bu kadar uzağa savuran etmenleri yeniden sorgulamaya başladık.

      

Türk milleti, Tanzimat’tan bu yana, sorumlusu devlet olan eğitim sistemindeki tevhid yuksunluğundan dolayı farklı kutupların çekim alanına doğru itilmiştir. Batı hayranlığı ve dışadönük humanizm, kozmopolitan bir insan tipi meydana getirirken, bazen sadece fıtrat veya soyaçekim, ama genellikle de doğru inanç, aile terbiyesi, düşmanın acımasızlığı ve uyanık mütefekkirler, Türk’ü millliyetçiliğe ve mücahitliğe doğru çekmişlerdir.

      Aynı faktörlerdeki kırılma, bazı Türkleri ise “Yaşasın Sovyetler birliği” “Katil TC Defol” “İşgalci Türkiye Kıbrıs’tan Elini Çek” hatta... “Hepimiz Ermeniyiz” seviyesine düşürmüştür.

      

Abdülaziz döneminde Masonlar, II. Abdülhamid zamanında onlarla birlikte Türkçüler ve batıcılar da jurnallenerek siyasi günahkâr veya hain durumuna düşürülmüşlerdi. Cumhuriyet döneminde “Milliyetçilik ve Çağdaşlaşma” merkeze oturunca bu kez İslamcılar ve sosyalistler çevreye savruldular. Bir farkla ki; öncekiler padişahla kavgalıydı. Sonrakiler ise devlete ve millete küskündü.

 

     Cumhuriyet döneminde, Osmanlı bakiyesi Türk nüfusundan iki tip “siyasi günahkâr” çıkmıştır:

1- Merkezin çağdaşlaşma arzusu, bir dönem siyasal İslamcıları hain durumuna düşürmüştür.

2- Merkezin milliyetçi ruhu karşısında sosyalistler günah galerisine düşmüşlerdir.

 

      Merkezin ideolojisi ve siyaset ahlakı tartışılabilir; ancak hiç bir kötü idare, yönetilenlere, milli meseleleri intikam davalarına malzeme yapma hakkı vermez. 

 

Türkiye Cumhuriyetinin merkezini kaydırmaya yönelik liberal kadife devrimin bir cephesi olan Kıbrıs davamızda eski İslamcılarla eski Sosyalistlerin eylem birliği yaparak “avlarına” acımasızca saldırmalarını, rahmetli Denktaş affetse de tarih affetmeyecektir.

 

Şükrü Alnıaçık 

Kutlu Sesleniş Ocak 2012




ETİKET :  

Tümü